ARKASI SOĞRA..
"sabır küfü"
Prosback Düşü:
Sitenin bu sayfasında bir mini roman yazılıyor sessizce... ama ilk giren ve baştan sona okumak isteyenlerin, sayfanın en altına kaydırarak alttan yukarı bölüm numaralarıyla okumasını temenni eder, bu tersine kurulumun, site müdavimlerinin yeni yazılmış bölümü hemen fark etmesi gereğinden olduğunu belli eder, altını çizer, esenlikler dilerim...
- 39 -
... <ŞLİNGİLİNG!>
...olanca gece sessizliğinde derin bir kırılma sesi duyuldu.. Cam gibi tiz duyulmasına rağmen aslında basları da gayet sağlamdı. bu, yüzeyinin ne denli büyük olduğunun bir akustik bilgisi olabilir miydi? bence kesin öyleydi. öyle ya, yüzeyi geniş ve büyük olan nesnelerin kırılma sesleri de bir o kadar bas frekansa haiz idi. ama daha önce böyle bir bilgi bilmiyordun değil mi okuyucu? evet, psikolojikdeli.com böyle de bir site işte. okurken öğreten, beslerken büyüten, güldürürken ürküten, öskürtürken dürttüren...
neyse.
bu derin baslara haiz ama esasen tiz olan ses, kendi yırtılmışlığının farkında değilmişcesine gecenin sessizliğini de yırtıyordu. öyle ki, yırtma olayı bittiğinde gecenin sessizliğine bu sefer gecenin akustik büyüklüğünden mütevellit, duyulan sesin yankısı hayli geniş bir akustik kuyruğa sahip olduydu, gittikçe sönümlenen... e bu da ortamın büyüklüğünü göstermez miydi? tabiki öyle. hatta ortamda bunca büyüklüğe rağmen eğer karşılıklı sıra dağlar veyahut büyükçe duvarlar olsaydı biz bu sesleri tekrarlı da duyardık, gittikçe azalan bir tekrar sesi ile... duymadık. demek ki burası höngürdekçe bir büyüklüğe sahip olmasına karşın, civar düzeylerde herhangi bir duvarsal karşıkt yoktu ses dalgalarını çarptırıp geri getiren... giden gidiyordu yani okuyucu... ses dalgası da olsa giden gidiyordu, umarsızca arkasına bakmadan...
...neden sonra gecenin sessiziği, yine kendi sessizliğine hükmetmeye başladığında anladık ki kırılan şey kalbiydi...
kalp, kırıldığında bu kadar ses çıkartır mıydı?
çıkartmalı mıydı?
neden çıkartmasınmışmıydı ki?
- 38 -
...taşların otururken çıkardığı enteresan sürtünme sesinden irkildi bi an.. neden sürtünüyordu ki bu taşlar? yavaş yavaş yerine oturduğundan olsa gerekti... ama kütlesel bazda irdelendiğinde öyle çok ses çıkartması pek muhtemel olmadığı su götürmez bir gerçek iken, gerçeği neden su götürseydi ki? aslında asıl soru, gerçeği götüren su değil de, gerçeğin neden gitmek zorunda olduğuydu... gerçek gitmesi gerekiyorduysa, neden gerçekti? neden yaşanmıştı? ve asıl soru, neden gitmişti?
bi anda anladı her şeyi.. zamansal dilimlere bakıldığında, anlarca üst üste konulatif, dilimleri düşündüğünde, bu eşit olmayan ama kalınca kesilmiş kek dilimlerine benzemiyor muydu? özensiz dilimlerdi bunlar. her kek dilimi bir anı temsil ediyordu zihninde... o an için güzel olan, ama eşit olmayan ve kalın, saba, kaba, bazen de ince... ama anlara olan saygısından yedi hepsini kalorisine bakmaksızın... ya da yediğini düşündü kek metaforuna göz kırparcasına... kek gibi de tadı vardı sanki.. yani evet tatlı ama ne biliym...
ona kalsa o kekten pasta yapacaktı... kalmadı ama.. gerçi pasta yapmayı da bilmezdi. pastaların üstündeki kremalar hep ağır olur. güzel görünür, ama yediğinde pişman olursun.. ha, bir de şişman... çünkü kalorisi de boldur bu krema hayvanlarının.. ama yine de bu kadar pişmanlığı ön sezisiyle sezmiş olmasına rağmen yemek istersin. çünkü pastadır aslolan, ve pasta yenmelidir. lezzetlidir de... pişman olacaksan bile.. anlardan kahve, anlardan cin tonik ve eve çağırma bahanesi olarak viski belki... hele ki ilklerin ilkinde kulağa fısıldanan bir "merhaba" kelimesi..
oysa bilmiyordu ilklerin ilkinde, ilk "bir" olunduğu anda "merhaba" ve "hoş geldin" diyenle bir ömür geçirme ahdı vardı... o ahd daha sonra ah olacağını bilmeden...
...ve aniden bir ses duyuldu kulakları yırtarcasına...
- 37 -
...geğirdi...
yumurta gaz yapmış olmalıydı... öyle ya, yumurta bu, nereden çıktığına bakmaksızın gaz da yapabilir... gerçi biraz mantık yürütüldüğünde, gaz yapan bu yumurta besininin, yine çıktığı yere hizmet ettiği minvalinde bir mantık kurulabilirdi...
...kurmadı bu sefer...
neden diye soracak olursanız, düşünmeyi sevmediği gibi mantık kurmayı da sevmezdi haspam!..
neden mantık kurmayı sevmediğini düşünmek isterken, düşünmeyi sevmediği aklına geldi, ve bu bir hayat duruşuydu onun için... her şey çok mantıklıydı.. taşlar yerine oturuyordu yavaş yavaş...
- 36 -
...düşünmeyi sevmediğini düşündü bir an.. sahi, neden sevmezdi? ama tam cevabı bulacakken, sanırım düşünmeyi sevmediği için, bıraktı düşünmeyi... öyle ya, madem düşünmeyi sevmiyorduysa, düşünmeyi neden sevmediğini düşünmeyecek kadar düşünmemeliydi... hayatta bir duruşu olmalıydı.. ya da bir duruşun hayatı... öyle de yaptı... durdu. sonra gene durdu. bir duruş olarak duruyor, durduğu için de duruk oluyordu. duruşunun durdurulduğu durduğu anlardan biride, tesadüf o dur ki, yine duruyordu; ansızın, durası gelmişti... hayatı nedense hep bu tip kısırdöngülerle doluydu. hayatta duruşu olsun diye duran ve durduğu için durmaya devam eden ve hep duruşunun bir hayatı olduğu ve hayatının duruş olduğu bir hayattan söz ediyoruz aslında...
öte yandan da düşünmeyi neden sevmediğini düşünmeyecek kadar da sevmiyordu düşünmeyi...
tüm bu paragraftan sonra okuyucu günler günler geçtiğini sanadursun, sadece birkaç saniye geçmişti... bu geçen birkaç saniye esnasında bilinç dışı bir biçimde yumurta yemişti. öyle ya, tüm bu düşünmeyi düşünmemeyi düşünmezden önce yumurta yemeyi düşünmüştü; hiç sevmemesine rağmen... neticede okuyucu yumurtayı mı sevmiyor, düşünmeyi mi acaba sorusu zihinlerde sis perdesi ardında dolanırken yumurta çoktan yenmişti...
...sonra aniden...
- 35 -
...yemek yemek bir araç değil de amaçtı aslında.. bu düşünce balonu çıktı önce kafasında.. sonra hınzır hınzır yemek sonrası aktivite olma olasılığını düşündü.. sonra matematiği yetmediği için olasılık hesaplayamadan, kısmetse olur dedi.. kısmetse olacaktı.. değilse de olmayacaktı.. ama en önemlisi de elbette yemeğin yemek yemek için yenmemesi gerektiği idi, zira yemek için değil, kızla baş başa kalmak için yenecekti; e bu durumda yemek yaşamak için mi yenir, yemek için mi yaşanır problemine bir açı daha dayamış oldu. kız için yemek yiyebilmek için yaşamak... ya da yaşayıp yemek için kız?!.. ya da tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan??.. tam tavuğun gezen tavuk mu yoksa stabil tavuk mu olduğunu düşünmeyi hazırlanırken bir yumurta kırıp yemek istedi.. neticede nereden gelmişdiyse gelsindi, yumurta yumurtaydı her daim.. aslında her de daim değil; eskiden yumurtaymıştıysa da her ne kadar, artık yumurta olmayabilirmişti, e o zaman omlet olurdu misal.. ya da haşlama... neyse.. her ne şekilde olsun bu saçma bir düşünceydi bu yüzden daha fazla düşünmedi zaten.. genel olarak daha değil, fazla bile düşünen bir insan değildi.. prensip olarak düşünmeyi sevmezdi ezelden beri..
- 34 -
...o ilk hapşırma efekti geyiklerini atlattıktan sonra genç adam, biraz irkildi. covid miydi yoksa?
vall ister covid olsun ister movid çok hoş kızdı.. onunla bir geleceği olur muydu bilmek istiyordu.. en azından bir çay içmeye gidebilirlerdi... belki sonrasında birer çay daha.. belki sohbet koyulaşınca bir kahve. belki acıkırlardı bile bu zaman zarfında.. yemek ısmarlardı ona.. başbaşa oturur yerlerdi...
- 33 -
- hiapşrt!..
- çok yaşa!
-sen de gör.
-neden hapşu demedin? genelde bu gibi yazılı hikayelerde hapşu olarak hapşırılır. okumadın mı talimatnameyi?
-ne bileyim, ağzımdan öyle çıktı. neticede hapşırık bu, tutamıyorsun. bazen hapşu olarak çıkıyor bazen de tanımlanamayan.
- 32 -
...kendi kendine mırıldanan bir genç kadın vardı karşısında... o kadar güzeldi ki.. ne renk olduğunu belirleyemeyeceği kadar pırıltılı ve eşsiz renkli gözleri, ile büsbütün ahenkle dans etmesinin ötesi, bizzat ahengin kendisi olarak duruordu. gözleri ne renkti? bir şeyin ne olduğunu anlayabilmesi için onu tanımlayabilmesi, bunun için de daha önce en az bir kez karşılaşmış olması gerekirdi. böyle eşsiz güzellikleti gözlerle daha önce karşılaşan, elbette cennette olabilirdi ancak... o an keşke tüm bu içimden söylediklerimi dışımdan da tekrar etseydim diye düşündü.. öyle ya, kır yılın başında düzgün bir iltifat etmişti karşısındaki genç kadına.. onu da içinden etmişti.. kesin ekmeğini yerdi dışından etseydi..
...tam o esnada...
- 31 -
...camı açtığında göz göze geldiler... ilk görüşte aşk bu olmalıydı.. ama bundan emin değildi. emin olduğu tek şey, çocuğun çok tatlı oluşuydu.. altında erkekte görmeyi en sevdiği şey olan gri eşofman altı, üstünde sweet shirt, gözleri açık kahverengi idi.. bi anda durup düşündü. neden sweetshirt deniyordu ki bu kıyafete? neresi tatlıydı? gayet normal bir kıyafet olmalıydı oysa.. sweet shirt ne?
evet tam o esnada sanki okuyucunun söylenmesini duymuş olacak ki, sweet değil yahu, sweatshirt dedi kendi kendine...
- 30 -
...genç kadın, olanca zerafetiyle camı açmıştı sonunda.. o ana değin eliyle cam açma hareketi yaptığından kendisini kötü hissediyor utanıyor oluşundan daha önemliydi bu. sonunda anlamıştı karşısındaki genç kadın... öyle güzeldi ki... cam açılınca içeriye dolan taze, sert akşam soğuğu, saçlarını hareketlendirmişti. tek hareketlenen o muydu peki? asla!.
- 29 -
...tekrar elini salladı çocuk. dudaklarını kıpırdatarak... muhtemelen bir şeyler söylüyordu az önceki gibi, fakat yine anlaşılmıyordu camların kapalı olduğundan ötürü... bu sefer dudaklarına eşlik eden el bileği, ona bir şeyler anlatmak istiyor gibiydi...tatlı çocuktu aslında... ilkokulda aşık olduğu bir arkadaşına benziyordu.. gerçi benzetilmek erkeklerin sevdiği bir şey değildi bildiği kadarıyla. ama olsun, kadınlar benzetirdi hep birilerini birilerine... sağ koluyla cama uzandı. camın kulpu yoktu. cam pervazında bir düğme, fotosel, dokunmatik sensor vb aradı fakat yoktu..
öyle ya, cumbalı bir evde tüm bunların işi neydi? parmak uçlarını pencere pervazında gezdirirken bir şey takıldı eline.. tuttu ve kaldırdı. cam yukarı doğru açılıyordu. bu dünyanın en komik açılan camı olmalıydı...
- 28 -
...oğlan, az önce zıplayarak gördüğü müthiş geç kadını şimdi de eğilerek görmüştü. zıplayan kadınların seksi olduğunu bilyordu ama eğilmiş kadının daha seksi olduğu gerçeğini asla görmezden gelemeyecekti.. görmezden gelmedi de zaten.. gayet canlı kanlı görüyordu. hiç bir yerden gelmek zorunda kalmamışcasına... madem gelmek zorunda kalmayacaktı, gitmesindi o zaman.. gitmedi de. sabitti. stabil. durağan. cama bakayazan bedeni ile oracıkta olanca sabitliğiyle...
karşısındaki genç kadın, eğilmiş ona bir şeyler söylemeye çalışıyor gibiydi.. aa söylediği şeyi duyabilmesi için camın açılması gerekiyordu.. camın dış tarafında duran bir için bu hiç de kolay olmamalıydı...
- 27 -
...sokaktaki oğlan bir yaşam belirtisi göstererek ilk kez dudaklarını hareket ettirmişti. ama gerek iç sesinin gürültüsü, gerek camların kapalı olmasından mütevellit, onu duyamıyordu.. belki duyulması gereken bir şey söylememişti, sadece dudaklarını hareket ettirmiş de olabilirdi. ama öyle olsa neden hareket ettirsindi? bir şey söylemiş olma ihtimali, söylememiş olma itimalinden daha fazlaydı... iki adım atarak camın oraya doğru geldi. hafif eğilerek efendim? bir şey mi dedin? diye sordu...
- 26 -
...camdaki genç kadın hala camdaydı.. arnavut kaldırımlarını düşünürken ıslaklığını da düşünüyordu elbette. her bir düşünce balonuyla havanın sanki daha da soğuduğunu hissetmişti. böyle bir genç kadın, neden soğuk havada camda gördüğü yabancı bir adamı içeriye davet etmesindi? etmezdi elbet. yabancıydı çünkü. o zaman çözüm, en kısa sürede yabancı olunmamalıydı. "Merhaba" dedi... neden demesindi ki? diyebiliyordu merhaba diye.. başka şeyler de derdi aslında, diyebiliyor olduğundan. ama her şeyin bir sırası olmalıydı. ona öğretilenler bu yönde idi..
- 25 -
...camdaki çocuk ona karşı bakakalmış kilitlenmişti adeta.. az önce zıplıyor oluşuyla çocuğu hipnotize etmiş olmalıydı.. bir an düşündü. erkekler zıplayan kızları severler miydi? neden sevsinlerdi? anlamsız geldi bi an. an bitiminde hipnoz edenin kendisi değil de hipnoz edilen olduğunu düşündü.. bu nasıl mümkün olabilirdi? belki çocuk hipnoz olmayı yıllarca istemiş, ama başaramamıştı. elzem olanaklar optimum bazda mümkün olduğunda da olmuştu. bu onun özgür iradesiydi. ona karışamazdı. öyle ya, burası özgür bir ülkeydi.. öyle miydi gerçekten? özgürlüğünü düşünürken, çocuk hala bakıyordu ona... kilitlenmiş bir biçimde...
- 24 -
...soğuğun soğukluğunu tüm hücrelerinde hissediyorken, kelimeye takıldı bi anda oğlan, ne saçma bi kelimeydi oysa? oysa mı? ahah bu ondan da saçma geldi bi an kulağına.. ama soğuk da fena değildi hani... ama öte yandan oğlan vardı.. bu üçlemeyi düşüne dursun. az önce duyulan ziuv sesinin yankısı anca geçmişti kulağından. öyle ya, bi manası olmalıydı bu sesin. ya da yazar hep birimizle dalga geçiyor olmalıydı... sokak o kadar soğuk, o kadar karanlıktı ki, yerlerin ıslak oluşu bile, hatta arnavut kaldırımıyla döşenmiş oluşu bile onun bu soğukluğunu gidermiyordu.. oysa arnavut kaldırımlı sokakları pek severdi..
- 23 -
...tam o anda "ziuvvvv!" diye bir ses duyuldu. Oğlan, "n'oluyo la, uzayda mıyız?" diye kendi kendine düşünürken anlamıştı ki değillerdi.. Gayet, İstanbul'un bir semtinde eski bir sokaktı.. Hatta bu sokağa ara sokak bile denilebilirdi hiç çekinmeden.. Zira eskiliği bir yana, darlığı ve kokusu da bunu ara sokak yapıyordu. hava soğuktu. sokak ondan da soğuk...
- 22 -
...ısrarla cam açma hareketi yapıyordu oğlan. bildiği tek cam açma hareketi buydu. oysa sadece arabada yapılırdı. hem de eski arabalarda... ya kızın arabası yoksa? olsun, kendi arabasıyla gezdirirdi onu. çok güzel ağırlardı. pek mutlu ederdi. belki avmlere gider, belki açıkhava sinemasında öpüşürlerdi... film şeridi gibi gözlerinin önüne geldiğinde bilmiyordu adam yanaklarındaki kızarma ve aptal gülümseyişini... tam o anda!...
- 21 -
...bir ses duyuldu aniden...
"tık tık tık" gerçi belki de dört kez vurulmuştu cama, ama romanlarda hep üç olarak yazılırdı.. neyse bu o kadar da önemli değildi... işin enteresan yanı, zıplarken duymuştu bu sesi ama tam havadayken duymuştu. durakaldı. ama yer çekimi onu yere indirdi. öyle ya, bu bir romandı çizgi film değil. öyle olsa havada dururdu, şaşkınlık mimikleri ve vava'lı trompet&trombon efektiyle duyar ve görürdük.. öyle olmadı ne yazık ki... sadece durakaldı.. sesin geldiği yöne baktı, bir adam vardı şaşkıncağız.. öyle ki; hem şaşkındı, hemde adamcağız. tatlı bi çocuğa benziyordu. ya da tatlı çocuk buna.. bilemedim.. neticesinde ikiz gibiydiler.. belki de sucuklu yumurta ikizi.. bilemem..
camın dışındaki adam, sağ bileğiyle bir hareket yaptı. daha önce görmediği bu harekete anlam veremiyordu. adam tekrarlıyordu gülümseyerek. nah çekiyor olmalıydı.. ne kaba herif! oysa neden gülümsesin ki? belki çinliydi? o zaman gözleri kısık olurdu.. değildi.. tekrar yaptı, işarete daha dikkatli baktığında, bileğinden saat yönüne çevirdiğini gördü. bir şey çevirmesi gerektiğini söylüyordu sanki.. ne çevirmeliydi? ampul mü patlaktı? ama ona neydi ki?
- 20 -
...yakınlaşırken gördü ki aslında kadın sokakta değil evin penceresinde zıplıyordu. gittikçe yaklaşıyor, yaklaştıkça kadın büyüyordu (perspektif)... gözlerine inanamıyordu. gerçi normalde de gözlerine inanmazdı ama burnuna da inanamıyordu bu sefer. oysa kulakları?.. bir olmuşlar, türlü türlü dedikodular, gıybetler çeviriyorlardı.. lan'lar, lun'lar havada uçuşuyor, el kol hareketleri ile bezeli çay karıştırma sesleri ile keyifler yerinde idi sanırsam... neyse bu adamı ilgilendirmezdi, organdı onlar herşeyi yapabilirlerdi... hem konuşan burun neden olmasındı? hayvan konuşabiliyor ve buna fabl deniyorsa, bir burun da elbette konuşabilirdi.. buna da burnbl mu denirdi? tabirlere takılmadan devam ediverdi kendi düşün dünyasında. ama mühim olan bu denli önemli bir anda neden dikkat etmek yerine geyik çeviriyor olmalarına anlam veremiyordu... hayatı boyunca aradığını bulmuşcasına açtı gözlerini... belki de hayatı boyunca zıplayan bir kadın düşlemişti.. bunu bilemeyiz, ama zıplayan kadının çekiciliği konulu dersi hiç kaçırmaz, her pazartesi mutlaka girerdi. z867 8 kredi. yaklaştı cama.. kadın hala zıplıyordu... o da yaklaşmaya devam ediyordu. taaki burnu soğuk cama temas edene kadar...
- 19 -
çoook çok ileride kendi kendine zıplayan bir kadın vardı.. öyle ya, zaten başkasının kadını zıplatıyor olması, onun yanında bir başka kişinin de olduğunun göstergesi olacaktı.. ama yoktu.. dolayısıyla kendi kendine zıplıyor olması doğaldı bir nevi.. aslında değildi.. neden zıplasındı ki kadın?
birkaç adım attı, 5-6 metre daha yürüdü. genelde 4 adımla 5 metre yürüyebiliyordu ama bu sefer her nedense metreye eşit adımlar atmıştı.. bazen yapardı bunu, sonradan gittiği metre ile attığı adım sayıları eşit olunca hesaplanması da kolay oluyordu gittiği yolun.. bazende tabelalardan attığı adımı hesaplıyordu.. bu alışkanlığını ona ilkokuldaki öğretmeni öğretmişti.. hatta ortaokulda ona kendinden büyük bir arkadaşı, "10 adımda 11 adım isimli birkitap hediye etmişti.. okuduğunu anımsayamıyordu. gerçi okusaydı, içerdiği tekniği anımsyaacak mıydı? ya alt bilinç ile anımsıyorduysa? o zaman az önce adımla hesapladığı metre bazlı ölçümü yanlış çıkacaktı...
ürktü...
hesaplarının yanlış çıkmasını sevecek bir adam asla olmamıştı...
loş sokak lambalarının zar zor aydınlatmak için çaba sarfettiği sokağın bir diğer ucunda olan kadın hala zıplıyordu...
- 18 -
...genç adam, ıslak arnavut kaldırımlarını yürürken bir yandan da düşünüyordu. resmen kaybolmuştu. oysa bakkala ekmek almaya gitmemiş miydi? hatta altında sırf bu yüzden eşofmanları yok muydu? belki de yoktu, belki altı çıplaktı, ve kocası gelen sevgilisinin balkonundan aşağı atlayarak kaçmaya çalışıyordu... bulanık zihninde doğruyu asla bilemiyordu ama neyin ne olduğunu öğrenmek çok da zor değildi.
eğildi.
gözlerini bir açtı ve gördü ki, eşofman yerli yerinde... demek ki balkon macerası yaşamamıştı.. neden sıkıcı bir hayatım var benim diye düşünürken ufka daldı...
bu hayli zor oldu önce, zira güneşin nereden doğduğunu, nereden battığını bilmiyordu...
kapkaranlık sokakta tek gördüğü ıslak arnavut kaldırımları, loş sokak lambaları ve bitişik nizam binaların yan yana dizilmiş nizamları...
ne saçma bir sokaktayım derken daha da ileride bir hareketlilik gördü...
- 17 -
...midesi guruldadı genç kızın...
utandı kendince, sonra neden utandığını düşündü. zaten tek başına değil miydi? ağzında muhtemelen leblebi tozu olan şekeri düşük bir dış sesten mi utanacaktı? yoo yooo, öyle bir genç kız değildi.. sonra düşünedurdu kendince. yani düşünürken duruyordu. esasen durup da düşünebilirdi, ama güzel Türkçe'mizin bu sinsice fiilini uygulamak istiyormuşcasına kendince ve usulca...
sonradan bir koku belirdi...
evet. evet. guruldayan midesi değildi, düpedüz bağırsaklarıydı. yani, düz olan bağırsakları değildi elbette, kıvırıktı onlar, ama minvali düzdü.. dolambaçsız. gayet ve net...
osuruyordu göz göre göre... ki genelde osurduğunda göremezdi osurcuklarını... yine utandı, bu sefer yanakları da pespembe olmuştu. sağ elini götürdüğünde yanağına, hafifçe sıcaklık da hissetti.. resmen kızarıyordu... ya da kızarıyor olmalıydı.. öyle ya, nereden bilsindi sadece elini götürdüğünde dokunduğu yanaklarının kızardığını?
ve aniden zıplamaya başladı.
öyle ya, çocukluğundan beri ne zaman utansa önce yanakları kızarır ondan sonra zıplardı. bu, onun kendi kendini telkin biçimiydi...
- 16 -
"anlamazsın!" dedi dış ses. arkasından o malum şarkıya girdi...
..dış ses gittikçe saçmalamaya başlıyordu, bir an şekeri düşmüş olabilir mi acaba diye düşündü genç kadın.. sonra amaaan banane dedi..
tam o esnada...
- 15 -
otuzun o anda ne ifade ettiğini bilmediği gibi, neyi ifade etmediğini de bilmiyordu.. oysa sesin sahibi ona otur demek istemişti, fakat ağzında olan leblebi tozu sebebiyle z gibi tınlamıştı sanki..
gerçi biraz da mikrofonun pıh'lamasından da olabilir bittabi..
pıh geçirici filtreler var gidiyosun yüksek kaldırıma alıyosun geliyosun pıhlamıyor, bu kadar kolay.. neyse..
lan bu devirde leblebi tozu mu kalırmış? ne biçim bi hikaye bu yahu!!!
-ha anladım oturayım da neden?
- 14 -
...bir ses duyuldu...
-30!
-30 ne la?
-OTUZ DEDİM!..
- 13 -
..onun bir soyadı yoktu.. ismi olmadığı gibi...
tam bu esnada...
- 12 -
- "...benim soyadım neydi ki?"
tenine bikaç santim kala durakaldı, daha uzun düşüneyazdı. aslında yazmadan önce düşünüyordu, düşünmesi devam ettiği için yazmadı da diyebiliriz.. neyse canım, anladın sen..
kara kara düşünüyordu... artık kalemi bırakmış, kafadersini yolarcasına kaşıyor, öte yandan gözlerini kapatıp geçmişe, doğduğu, olduğu, büyüdüğü ana gitmeye çalışıyor, ona seslenişleri, ailesini, okulunu, defterlerini ve pembe kaplı müzik defterinin etiketindeki isim ve soy ismini hatırlamaya çalışıyordu...
oysa...
- 11 -
artık ne yapacağını çok iyi biliyordu.. akan kanı yavaşça pıhtılaşmaya henüz başlamışken, soyadını çizmek için, elindeki sivriuçlu kalemi aldı, az önceye kadar pürüzsüz olan ama az önce ağzına yüzüne sıçmış olduğu tenine yaklaştırırken kafasında hep aynı soru işareti vardı...
- 10 -
...Dur! soyadını da çiz!!!
ses çok dışarıdan, hayli uzaktan biraz da ekolu geliyordu.. halk arasında "eko" olarak söylenen, hatta Ekrem isimdekilerin isim kısaltması olan Eko, tıpkı müzisyen Ekrem'lerin sahnede soundcheck yaparken "...biraz eko alayım, aa ben buradaymışım..." şeklinde çapsız ve seviyesiz, bir o kadar da salakça esprilerine aldırış etmeden delay olarak da adlandırılabilinirdi gayet... ama halk işte, dileyi mileyi bilmez, anca eko derdi.. tek derdi de bu olsundu... neyse canım..
- 9 -
Çakan şimşek değil, beyninin ürettiği elektrik sinyalleriydi.. Gözleri çakmak çakmak olmuş, derisinden akan kana bakarken anlam vermeye çalışıyordu.. "S" şeklindeki kesiğe bakıp, sen S'sin, S'liğini bil diye düşündü.. Sonra gülümsedi, "kesik S"... "kes S'sini!.." gittikçe saçmalıyor ve yaptığı esprilerin IQ düzeyi 2 haneye düşüyor oluşunun sebebi kan kaybediyor oluşu muydu? Yoksa zaten Selin salak mıydı? Kendince bunları düşünürken dışarıdan bir ses geldi!...
- 8 -
Selin, henüz küçük bir kız çocuğuyken kumral saç üssü yeşil gözleri, hokkamsı minicik burnu, yumuşacık pürüzsüz, bebek poposu kıvamında teni ile, diğer kız çocuklarından ilk bakışta ayrışıveriyordu.. bakmadığınızda da ayrışıyordu zaten, ama siz farketmiyordunuz..
Ekrandaki yazıları bir çırpıda okurken anladı.. Selin'di kendisi.. eğer bir daha kendisine soracak olursa "ben kimim?" diye, en azından isminin ilk harfini hatırlamak ve belki sonra aklına gelme ihtimali için, masaüstündeki kalemlikten aldığı kalemle sol elinin baş parmağı ile bileğinin arasında kalan eklem yerine kocaman bir S çizdi..
o an aklında bir şimşek çaktı...
- 7 -
...içerisi karanlıktı... ışığı açmak için duvardaki düğmeye uzandığında düğmesinin kopuk olduğunu gördü.. ne güzel aforizmalar bunlar diye düşünerek ışığı açtı.. masaya ilerledi ve oturdu.
sonra kalkıp masanın kenarında yerde duran sandalyeye oturdu.. öyle ya, bu bir yazı değil de, video olsaydı çok zor durumda kalabilirdi.. ardından masanın üzerinde bulunan bilgisayarı açtı. biraz bekledikten sonra internete girdi, adres kutusuna psikolojikdeli.com yazdı. bunu yazarken j harfini ne denli sevdiği aklına geldi.. oysa z harfini hiç sevmiyordu..sayfalar içerisinde kaybolmaya yüz tutmuşken aradığı sorunun cevabını buldu...
- 6 -
bir kapı çıktı karşısına...
tereddütsüz açtı. oysa her zaman tereddüt ederdi, içeri mi açılıyor dışarı mı diye, etmedi...
sakin ve emin adımlarla yürüdü, (bu arada okuyucuya not: kapı içeri açılıyormuş) yürüdü, yürüdü, koridorun sonuna geldi, hafif dönemeci de döndüğünde karşısına bir kapı daha çıktı..
"sen git yol kendi döner" tariflerine benzer dönen koridorun duvarlarında aplikler vardı loş aydınlatan.. loş da olsa aydınlatıyordu işte.. zaten bir aplikten başka birşey de beklenemezdi..
genel olarak bir aplikten birşey beklemenin de çok manası olmamalıydı.. bu mantık dışı ikilemden sonra kapıyı açmaya karar verdi..
verdiği karar neticesinde hemen harekete geçerek kapıyı açtı.
- 5 -
Ben kimim?.. gittikçe çoğalan bir migren ağrısı edasıyla, ince ince iğneler batıyordu beynine sanki.. kafasını duvara vurunca geçeceğini bilse kesin vururdu.. oysa duvara da yazıktı.. duvar da olsa o da insandı... bu halisülatif düşünce baloncuklarını bir çırpıda yok ederek, düşüncesini düşünmeyi düşündü tekrar... hakkten ya, kimdi ki kendisi? Bunun öğrenmenin ancak bir yolu olabilirdi... evet evet, tek bir yol! onu da uygulamaya koyuldu hemen...koşa koşa uzaklaştı ve kayboldu karanlık sokağın içerisinde, ıslak arnavut kaldırımlarının, ıslak olduğu için ıslanmış taşları hafif soğuktan kamaşan ve birbirine istemsizce çarpışan dişlerine benziyordu.. o da ıslaktı zaten.. olsun... karanlıkta kaybolduğundan beri sokakta koşuyordu, oysa biz arnavut kaldırımından bahsediyor, zaman geçiriyorduk... hala koşuyordu, koştu, koştu koştu...
- 4 -
naber?
Selin, arkasını döndü, romandan fırlamışcasına kısık sesle naber diyen adama dikkatlice baktı..
biraz daha baktı...
biraz daha...
biraz...
daha...
bu oydu! ya da o, bu.. bu ufak detaylarla hiç bir zaman uğraşmak istememişti hayatı boyunca, bu yüzden koy gtüne rahvan gitsin edasıyla tamlıyordu sıfatları her daim... neticede ikisinin aynısallaştığı noktada ne önemi vardı tamlamanın, tamlamamanın?..
fakat bir başka soru belirdi zihninde Selin'in...
- 3 -
liseyi ve üniversiteyi dereceyle bitiren Selin, eğitim hayatı boyunca anlamadığı geometriyi mezun olurken kavramıştı hafif.. Neden diye soracak olursanız, sormayın, sabredin ben zaten anlatıcam..
lisedeki derecesi 45, üniversitedeki derecesi ise 126 idi. o da sebebini bilmiyordu ama her seferinde mezun olurken açılaşıyordu. dik senin eşit benim derken kavramıştı geometriyi.. ama sonra bir adam ona yaklaşıp, kısık bir sesle şöyle dedi...
- 2 -
...günün birinde sıradan her gün olan şeyler oluyordu hep.. oysa Selin sıkılıyordu.. Belki adına kolonya fabrikası alacak kadar zengin bir babası olmadığından, ya da zaten bu fikir başkasının aklına gelmiş olduğundan mıdır bilinmez, bir şekilde mutsuzdı... günün birinde de, ikisinde de aynı şeyler oluyordu.. monoton hayat bile kendi monotonluğundan sıkılmış, olan olacak şeyler bile artık olmazgeçerek sadece oluyormuş gibi bir ahenkle devinip şaşırtmak istiyordu Selin'i.. ama nağmümkün... olmayınca olmuyor işte...
- 1 -
Selin, henüz küçük bir kız çocuğuyken kumral saç üssü yeşil gözleri, hokkamsı minicik burnu, yumuşacık pürüzsüz, bebek poposu kıvamında teni ile, diğer kız çocuklarından ilk bakışta ayrışıveriyordu.. bakmadığınızda da ayrışıyordu zaten, ama siz farketmiyordunuz...
Neyse efenim, Selin daha küçükken böyleydi, hikayeyi buradan başlattık, siz bi de büyüyünce nasıl serpilicek büyücek onu düşünün artık...
mahallenin delikanlıları, bu güneşin kızı gibi ortalıkta dolaşan kıza aşık oluyorlardı. ama iş delikanlılığa sığmadığından hepsi ona ağabeyi gibi davranmışlardı..
günün birinde...
. . .
arkasI soğrA...

